Semptom, Aktarım ve Psikanaliz Üzerine

“Bir psikanaliste başvurduğumuzda hayatımızda bir şeyler yolunda değildir, yani şu ya da bu şeyden muzdaribizdir ve semptomumuz ya da halsizliğimiz, hayatla ilgili mutsuzluğumuz, çekingenliğimiz, imkânsızlıklarımız ve benzeri olarak adlandırdığımız şeyden kurtulmak isteriz. Bu yüzden genellikle bir psikanaliste analitik bir taleple daha az acı çekmek, daha iyi yaşamak, diyelim ki kabaca bir şeyden kurtulmak için başvururuz. Bir psikanaliste bir şeyi iyileştirmek için gideriz. Ama sonuçta bu, istediğimiz şeyin yalnızca ilk yönüdür; çünkü gerçekte, yani daha fazlası olmadıkça psikanalize girmeyiz. Psikanalize girmek için bir sorgulama yapmanız gerekir. Bu iyileşmeyi istemekle aynı şey değildir, size acı çektiren şeyin ne olduğunu merak etmeniz gerekir, bunun ne olduğunu ve nereden geldiğini merak etmeniz gerekir; neden olan şey hakkında bir şey öğrenene kadar beklersiniz, onun hakkında bir şeyler bilmek için beklemek… Varlığımız hakkında, varlığımızın bilmediğimiz kısmı hakkında bir şeyler bilmek için beklediğimizi söyleyebiliriz.

Psikanalitik yöntemin paradoksunu işaret etmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, Freud’un ilk hastaları felç, körlük ve çeşitli belirtilerdeki somatik semptomlardan muzdarip olan histerik dediğimiz hastalardı. Ayrıca takıntılar, kendilerini dayatan, kurtulamadığınız, içinizde size zulmeden düşünceler ve hepsinden önemlisi, kaçamadığınız davranışsal kısıtlamalar getiriyoruz, yani yapmak istemedikleri şeyleri yapmaktan kendilerini alıkoyamayan hastaların geldiğini görüyoruz. Çok sayıda senaryo var. Örneğin bir kişi yemek yemeden duramıyor, bir diğeri kusmadan duramıyor ya da sigara içmeden duramıyor, bir diğeri partnerlerinden tekrar tekrar ayrılmadan ya da partneri tarafından terk edilmeden duramıyor, en çok sevdiklerine eziyet etmekten, en çok sevdiklerini aşağılamaktan duramıyor ve bu böyle devam ediyor. Ve bir bakıma, bir psikanaliste kendini gösteren semptomlar yığınının, tekrarlanan, öznenin tüm çabalarına rağmen ısrar eden bu semptomların, son çare olarak arzu ve dürtülerin, hatta kompulsiyonların, yani kontrol altına alınması imkânsız gibi görünen eylemlerin kaydıyla ilgili semptomlar olduğunu söyleyebiliriz. Gençken gelecekten, yaşlandıklarında ise hayatın sona ermesinden ve yapmadıkları ya da hala yapmak istedikleri şeylerden endişe duyarlar. Birçok insan psikanalize gelir, çünkü varoluşlarının hiçbir anlamı olmadığı hissine artık dayanamazlar. Gördüğünüz gibi, bunlar davranış, cinsel ilişki, dürtüler ve yaşamın kendisiyle ilgili çok gerçek semptomlardır.

Analitik yöntemin paradoksu, konuşmayı önermesidir ve bir divanda yıllarca konuşarak aktardığınız semptomlar kadar gerçek olan şeyleri nasıl değiştirmeyi umabileceğinizi merak edebilirsiniz. Paradoks budur. Konuşmak diyorum çünkü psikanalizde tek yaptığınız konuşmaktır; psikanalizin kullandığı tek araç, tek enstrüman budur. Dişçiye, doktora, cerraha giderseniz, bütün bir aygıt, tıbbi eylemin bir enstrümantasyonu vardır. Psikanalistte de zaten bir aygıt var ve bu da dil. Konuşmaya kesin bir niyetle gelirsiniz, bu da bir şeyi değiştirmektir -bu psikanalizin temelidir- ya semptomlarınızda ya da kendinizle ilgili cehaletinizde bir şeyi değiştirmeye gelirsiniz. Doğruyu söylemek gerekirse, tek yaptığımız konuşmaktır, ancak bu herhangi bir konuşma değildir ve psikanalizde konuşmanın, gündelik hayattaki konuşmanın değiştirilmiş bir biçimi olduğunu fark etmeliyiz.

Analizan dediğimiz kişiden sansürsüz bir şekilde konuşma üretmesi istenir. Psikanaliz dışındaki yaşamda, tüm sözlerimiz sansürlüdür ya da her durumda yönlendirilmiştir ve bu nedenle sınırlıdır. Örneğin eğitim, tüm öznelere, hiçbir koşulda hiçbir şey söylememeyi öğretmekten ibarettir. (Ötekiyle ilişkide) Nezaket üzerinden söylediklerimizi sınırlandırmamız öğretilir: “Bayana merhaba de”; dilbilgisi doğruluğu nedenleriyle: “Oh hayır! Bu şekilde söylenmez”; arkadaşlık nedenleriyle de: “Böyle konuşursan insanların duygularını incitirsin”; ve sonra tutarlılık nedenleriyle: “Kendinle çelişiyorsun”, ve benzeri… Dolayısıyla, konuşma üzerinde kısıtlamalar vardır, bu açıktır ve yasaların neyin söylenmesine izin verilmeyeceği konusunda yasal düzenlemeler yaptığını görebilirsiniz: hakaret davaları vardır ve belirli kelimeler yasalarca cezalandırılabilir. Psikanalizde analizana şöyle deriz: “Devam et, aklına ne gelirse söyle, başka her yerde uygulanan sansürü kaldır”. Bunu, bu şekilde öznenin kendi gerçeğinden bir şeyler yakalamayı başaracağı düşüncesiyle yaparız, sansürlerin sakladığı gerçeği ortaya çıkarmak için sansürleri kaldırırız. Açıkçası, bir analizan kendi gerçeğini arıyor çünkü onu bilmiyor; orada, analiz eden özne ne bulacağını bilmiyor. Bu nedenle analizanın konuşması oldukça değiştirilmiştir. Ama bu bir diyalog değildir; diyalog arıyorsanız, bir psikanalistle konuşmaktansa arkadaşlarınızla konuşmak daha iyidir. Zaten arkadaşlarınızla bile, hayatınız boyunca diyaloğun işe yaramadığını fark edersiniz ve kendinizi buna gerçekten ikna etmeniz biraz zaman alır. Psikanalizde diyalog yoktur ve analistin yorumu tavsiye vermekten, önermekten, yönlendirmekten kaçınan bir yorumdur, hatta bazen biraz sert görünen teselli etmekten de genellikle kaçınan bir yorumdur”

Yazan: Colette Soler (Psikanalist, EPFCL)
Çeviri: Atakan Yorulmaz

Yorum bırakın